4 Kasım 2011 Cuma

KURBAN


“Sen de İbrahim gibi kendi İsmail’ini getirmelisin Mina’ya. Senin İsmail’in kim? Ancak sen bilebilirsin, başkası değil. Belki eşin, işin, yeteneğin, gücün, cinsiyetin, statün vs. Ne olduğunu bilmiyorum ama İbrahim’in İsmail’i sevdiği kadar sevdiğin bir şey olmalı..
Senin özgürlüğünden çalan, görevlerini yerine getirmeni engelleyen, seni eğlendiren, hakikati duymaktan ve bilmekten alıkoyan, sorumluluk kabul etmektense meşrulaştırıcı sebepler ürettiren ve seni sadece gelecekte senden gelecek yardım için destekleyen ne varsa; işte bunlar onun işaretlerindendir. Onu arayıp bulmalısın.
Eğer Allah’a yaklaşmak istiyorsan, İsmail’i Mina’da kurban etmen gerek. İsmail’in yerine geçecek koçu (fidye) sen tespit etme, bırak Allah sana yardım etsin ve bir hediye olarak göndersin. O, koçu ancak bu şekilde kurban olarak kabul eder. Koç ancak İsmail’in bedeli olduğunda kurbandır; yalnızca kurban olsun diye koç boğazlamak ise kasaplıktır”.(Ali Şeriati)

25 Ekim 2011 Salı

VAN

Acılar içinde geçiyor günlerimiz. Terör yüzünden ölen nice anne kuzusunun yanında Van'da yaşanan depremde yüreklerimizi acıttı. Ama o acı ölenlerin yakınlarını bizlerin bilemeyeceği şekilde yaktı. Allah onlara sabır versin. Ölenlerden de rahmetini esirgemesin.


Yıllar önce gittiğim ve çok sevdiğim Van'dan fotograf karelerine sığdırmaya çalıştığım bir kaç güzel anı buraya eklemek istiyorum. Ben Van'ı ve insanlarını çok güzel hatırlıyorum ve kısa zamanda tekrar o güzelliklere kavuşması dileğiyle...


Van Kalesinde Günbatımı



Van Usulü Kahvaltı-Sokakta


Van Kedisi


Kaleden güneşin batışı


Van Gölü ve Süphan Dağı



Amik Kalesi


Amik Kalesinde Gün batımı



Van 100.Yıl Üniversitesi kampüsü


Akdamar Adası ve kilisesi

21 Ağustos 2011 Pazar

KİTAP MESELESİ

Okumayı biraz zor öğrendim. Hatırladığım kadarıyla ilkokul birinci sınıfda okula gitmediğim bir kaç günde öğrenilmiş harfleri  kendi başıma öğrenmekde zorlanmamın sonucuydu bu. Zaten sonraki yıllarda farkettim ki, ben dersi ders esnasında öğreniyordum. Eğer dersi kaçırmışsam vay halime! Ama dersde öğrendiğimle de tekrar çalışmaya ihtiyaç duymuyordum ki, bunun da olumsuzluklarını üniversite sınavına hazırlanırken yaşadım. Sınav için oturup iki saat dahi çalışmamışımdır. Bu durumda çok daha iyi yerleri kazanabilecekken ortalama bir üniversite ve bölümü kazandım. Neyse...


Zor öğrenmiş olsam da okumayı çok severim. Hatta benim için nefes gibi su gibi hayatidir. İlkokul üçten itibaren deyim yerindeyse "okuma hastalığına" tutuldum. Kitap okumaya daldığımda herşeyi unuturdum. Kitapla birlikte bambaşka bir boyuta geçerdim ve hala da öyleyim. İlkokul yıllarında sınıfın kütüphanesi, evdeki kitaplar derken komşularımızın kütüphanelerinin de gedikli bir okuyucusu olmuştum. Dairelerimizin yan yana olduğu bir komşumuz o yıllarda serhat yayınlarının çocuk klasiklerinden oluşan yüz civarındaki bütün kitaplarını almıştı. ikişer ikişer olmak üzere o seriyi okumuştum. O kitaplara sahip arkadaşın okumamasıise babasını epeyce üzüyordu. Yine o yıllarda ailece sevdiğimiz ve görüştüğümüz bir ailenin deyim yerindeyse üçüncü kızları olmuştum. Onlar beni severlerdi ve hatta gittikleri gezmelere dahi götürürlerdi. Benim onlara sevgimin en önemli sebebi ise aldıkları 3-4 tane günlük gazete ve genelde haftalık çıkan dergilerdi. Fırt gibi Çarşaf gibi mizah dergilerini hatırlıyorum aralarından:) O yıllardan beni hatırlayanlarda okuma tutkum oldukça yer etmiş ki, yıllar sonra babamlar o zamanki arkadaşlarıyla bir görüşmelerinde benim okuma tutkum sorulmuş. Yolda giderken dahi bir gazete parçası görsem dönüp okuyormuşum. Bu şekilde hatırlanmak çok hoşuma gitmişti.


Sonraki yıllarda da gerek satın aldığım gerekse komşuların, aile dostlarının ve arkadaşların kitaplarını okudum. Ve daima okumaktan zevk aldım. Hayatımdaki en önemli harcama kalemi kitaplarım oldu. Aldığım zevki paylaşmak adına elimdeki kitapları sakınmadan etrafımdakilere de verdim. Ama baktım ki, geri gelmiyor, yaklaşık üç-dört yıldır bu kadar rahatça vermekten vazgeçtim.


Ülkemizde kitapların pahalı olması son dönemde alışlarımda kısıtlama yapmamı gerektirdi. Artık kitap alırken durup bir kez düşünmemi gerektirir şekilde pahalılar. Ortalama 10-15 lira civarında dersek, benim gibi bir alış da beş altı kitabı beğenen ve okumak isteyen biri için oldukça zorlayıcı oluyor. Buna bir çare arayışları içindeyken aklıma halk kütüphaneleri geldi. Onlara üye olarak daha kolay ve maliyetsiz bir şekilde kitaplara ulaşabileceğimi düşündüm. Ancak yaptığım araştırmalarda Ankara da dahi kütüphaneler o kadar azdı ki, üniversite yıllarımda Milli Kütüphane ve Kumrular sokakdaki Adnan Ötüken kütüphanesi maceralarımı hatırladım. O dönemde kütüphanelerdeki kısıtlama ve bürokratik işlemlerden "illallah" ederek kitap bile almadan kendimi dışarıya zor atmıştım. Yine de tekrar gitmeyi ve denemeyi düşünüyorum.:)))


Bu arada bir blogda 1,5 liraya alınan kitaplardan bahsediliyordu ve içten içe İstanbulda olup alsam diye geçirmiştim. Gerçi uzun zamandır bazı kitapları özellikle popüler olup çok satanların korsan baskılarını 5 liradan almaktaydım ama 1,5 lira oldukça cazip bir fiyattı. Bir kaç hafta önce ise Carrefour ve Kiler Markette indirimli olarak 6,95 liraya kitaplar satıldığını keşfettim. Günlük okuyup kafayı dağıtacak türdeki romanların olduğu bu kitaplar için iyi bir fiyattı ve orjinaldi hepsi de. Geçen hafta Carrefourda alışveriş yaparken aklıma geldi ve bir kitap seçtim. Seçerken biraz titiz davrandım çünkü indirimli olsa da okuyabileceğim bir kitap olsun istedim. Aldığım kitap Venora Bennet'ın yazdığı orjinal ismi "Royal Blood" Türkçe ismi ise "Unutulan Kraliçe"ydi. Oldukça zevkle okudum.



14 yy. sonları 15yy başlarında yaşamış İngiltere Kralı V. Henry, Kraliçesi Catherine ve Tudor Hanedanının büyük-büyük babası Owen Tudor'un yaşadıkları ekseninde kurgulanmış bir tarihi romandı. Tabi kitapdaki isimler ve dönem hakkında biraz internetten araştırma yapıp okuyunca o dönem Avrupa tarihi hakkında da epey bir şey öğrendim. "Yüzyıl savaşları", "Güller Savaşı" gb.
Bu tip romanları severim çünkü tarihin sıkıcı didaktiğine sokmadan tarihi farketmeden öğretir, bana. Nice roman sayesinde Avrupa tarihini, Türk tarihini, ülkeleri, kültürleri, fikirleri, insanları öğrenmişimdir.


Bu kitabın bitiminde yeniden kitap arayışına girdim. Ve geçen gün Kiler markette 1,95 lira etiketli kitapları görünce fazla seçici davranmadım, bile. Tabi bunda yetişmem gereken yerde etkendi:) Üç tane kitap aldım. Adları oldukça romantikti. Belli ki aşk kitapları diye düşündüm. Ama okuyamasam kolayca gözden çıkarabileceğim fiyatta olmasından dolayı fazla düşünmedim. Normalde kitaplarda aşkı okumayı severim. Hatta aşkın olması gerekir, insanı anlattığına göre diye düşünürüm. Ama bazen o derece sıradan yazılmış oluyor ki, okumaktan sıkılıyorum. O yüzden son yıllarda çıkmış kapakları albenili ve çoğunlukla güzel kadınların yer aldığı kitaplara tereddütle yaklaşıyorum. Hele de etiketleri 20 lira ve üstü olunca. Halbuki bazıları gerçekten çok güzel oluyor ve o kapaktan o derece aykırı oluyor ki! Bu yönden yayınevlerine kızıyorum da.





Son aldığım kitaplardan birine başladım ve hiç de üstündeki resme ve isme uygun bir içerik değildi. Tesadüfün böylesi, bu kitapdaki kahramanlarda bir önceki kitapda yer alan kralın büyük babalarıydı ve onların çağındaki İngilterede geçiyordu olaylar. Şimdilik iyi gidiyor. Tabi arada kitapdaki kahramanlarla ve yerlerle ilgili internette yaptığım aramalar ve okumalarla İngiltere ve tarihi hakkında epey bilgi sahibi oldum.

12 Ağustos 2011 Cuma

DİYETTEYİM, DİYETTEEEE

Diyet olayı bana göre iyi gitmiyor:( Öğünlerini düzenlemek, yiyeceklerini ayarlamak oldukça zormuş. Gerçi bu kilolar düzensiz yemek ve çok yemekten olduğuna göre bu işi halletmeliyim. Çarşamba günleri diyetisyendeki kontrol günüm. Oldukça zor geçen bir haftadan sonra gittim. Zordu çünkü öğün zamanlarına uymakta zorlandım ve liste dışı kaçamaklarım oldu. Sevgili Diyetisyenimle dialoğum o kadar iyi ki, bütün defolarımı anlatabiliyorum ve diyetisyenlik yanında psikologluğda yapıyor,bana. Onun bana verdiği yüreklendirmelerle tartıya çıkmak korkunç değildi. Üstüne bir de tartıda 1,5 kilo kaybetmiş gözükünce pek sevindim. Ben kilo aldım diye düşünüyordum. Gerçi sevgili diyetisyenim bu kiloyu çok buldu ve benim aç kaldığıma hükmetti. Çünkü yarısı kasdandı ve hiç yürüyüş yapamamıştım. Onun istediği haftada 800-900 gr civarındaymış ve gerçekten aç kalmamı istemiyor. Yine de sonuçdan ben mutlu oldum.


Şimdi yeni bir liste ve günlük yapmam gereken yaklaşık 10 dakikamı alacak küçük hareketlerim var. Tabi "yürüyüş, yürüyüş" vazgeçilmemesi gereken şey. Hala öğünleri düzene oturtamadım ama çabalıyorum ve daha fazla adapte olmaya başladım. Hadi hayırlısı...

4 Ağustos 2011 Perşembe

DİYETTEYİMMMM


Oldum olası kilolarımı dert edinmiş birisiyim. Ailemde kadınlar özellikle otuz yaşları sonrası kilo sorunu yaşadığı için günlük hayatımız içinde daima konuşulan ve fikir beyan edilen bir mecra olmuştur, kilo vermemiz veya almamız. Sırf o yüzden tatil dönemleri memlekete gidilme süreci bile çok stresliydi. Ve daima yemek istemekle, yemek yememek arasındaki o yaman çelişkiyi yaşamışımdır.


Ancak son dönemde yaşadığım kilo problemi daha doğrusu şişmanlık problemi karşısında geçmişdeki yaşadıklarımın problem olmadığını anladım. Medyanın ve bilumum şeyin empoze ettiği şekile uymak için hayatı kendime zehir etmekmiş.


İlk hamileliğimden önce oturarak işe başlamam ve ofis ortamında birbirimize iştah aşılayarak yediklerimiz sayesinde aldığım 10 kilonun üstüne hamilelik sürecinde diyeti aklıma getiremedim bile:( Gerçi hamilelikteki yaşadığım sağlık sorunları sayesinde de topu topu altı kilo alabilmiştim. Yani Ebru Şallı'yla yarışmıştım. Ama sonrası Ebru Şallı sürecimi devam ettiremedim ve yanlış olduğunu bile bile sütüm yetmeyince "yaşatılan" vicdan azabıyla kilo aldım ve veremedim. Üstüne depresyon da eklenince kilo vermek gerçekten problem oldu ve bir- iki derken kilo alımım da devam etti.:(( Arada diyetisyen ve hatta bu konuda oldukça ünlü bir doktor maceramda oldu. 15 gün içinde hap takviyesi ile zayıflatmaya çalışan bu doktorun gerek gazetelerde yazdıklarında gerekse televizyon programlarında "zayıflatma hapları"nın zararlarından bahsetmesi midemi bulandırıyor. Neyse ikinci hamileliğim önce altı kilo verdim. Hamileliğimde aldığım kilo doğum sonrası gitmişdi bile. Ve hatta üstüne 4-5 kilo daha verdim. Ancak bebeğimin sağlık problemleri ve devamında tetiklediği diğer problemlerle birlikte bendeki kilo sorunu tekrar nüksetti ve bugünkü durumuma ulaşmış oldum. Bu arada başarısız bir iki diyet denemesinden sonra diyet yapmaya korkar olmuştum. Haziran ayı başında kuzenimin benim için aldığı randevu karşısında "hayır" diyemediğim için bir kez daha diyetisyen kapısındaydım. Bir takım uyumsuzluklar neticesi bir iş dolayısıyla tanıştığım ve sonrasında hem dost olduğum hem de iş ilişkisi devam eden yeni diyetisyenimle diyet sayfasını bir kez daha açmış bulunmaktayım.


Bakalım sonuç ne olacak?????????

 karikatürler için

11 Temmuz 2011 Pazartesi

İTAATKAR EŞ Mİ, ARKADAŞ EŞ Mİ?

Görüşlerini özellikle takip ettiğim ve beni etkileyen Hidayet Şefkatli Tuksal'la kadın-erkek ilişkisi üzerine yapılmış söyleyişinin bir kısmını burada paylaşıyorum. Linki de aşağıda. Okunulası ve düşünülesi... 

"Mutlu evlilik erkeğe itaatle değil iyi arkadaşlıkla olur

Evliliği erteleyenler... Evlenenler... Ama umduğunu bulamayıp boşananlar... Yaşadığımız çağın en önemli bu üç olgusunu masaya yatırdık. Boşanmalar neden artıyor? Gençler neden evlenemiyor? Mutlu bir evlilik için nasıl bir yol izlemeli, neleri yapıp neleri yapmamalı? ilahiyatçı yazar, Hidayet Şefkatli Tuksal ile toplumdaki kadın-erkek meseleleri ile günümüz evliliklerinin temel problemleri üzerine konuştuk.

KÜBRA&BÜŞRA İLE İKİDE BİR  Dindar kadın ve erkeğin toplumdaki yeri değişti. İlgi alanları oluştu. Bu evliliğe nasıl yansıdı?
 
Her aile özelinde farklı yansımaları olabilir ancak benim gözleyebildiğim kadarıyla, kadınlar meslekleri ve ilgi alanları olsa da, evlerine özel bir düşkünlük gösteriyorlar. Aile işlerinin organizasyonu onların sorumluluğunda. Erkekler bu yüzden rahatlar, spor ya da arkadaş çevresiyle dışarıda buluşma, gezme gibi aktiviteleri iş saatleri sonrasında, aileleriyle geçirmeleri beklenen zamanda gerçekleştiriyorlar. Hatta geçim sıkıntıları olsa bile bu zevklerden fedakarlık etmeyen erkekler var çünkü bu etkinlikler erkeğe sosyal bir çevre de sağlıyor. Elbette, bunun iş yaşamına geri dönüşü de oluyordur.
 
Mevkiler erkeklere nasıl bir misyon yükledi?
 
Başarılı olma mecburiyeti ile birlikte uzun çalışma saatleri ve aile dışında geçen uzun süreler... Böyle bir maliyet sonrasında ailenin ve çevrenin başarı beklentisi giderek yükseliyor. Ayrıca günümüzde dindar muhafazakar orta sınıfların yükselişine paralel olarak "makbul erkek" tanımı genişledi.
 
"Makbul erkek" olmak için ne gerekiyor?
 
Dindar olmanız yetmiyor artık, zengin, nitelikli, güçlü, yüksek yaşam kalitesine sahip bir erkek olmanız gerekiyor."

Devamı içinhttp://yenisafak.com.tr/Pazar/?&i=329057

30 Haziran 2011 Perşembe

AŞK KENDİMİZİ TEMİZE ÇEKMEYE YETER Mİ???


Yıllar önceydi, annemin teyze kızının Ankara'ya geldiğini öğrenince teyzemin kızıyla ziyaretine gitmiştik. Çok ağır bir hastalık geçirmişti ve buna bağlı olarak konuşamıyor, hareket etmekde çok zorlanıyor, kendi kendine hiç bir işini yapamıyordu. Bakımlı durumdaydı. Geçen uzun zamandan sonra onu ilk görüşümdü ve hiç de hatırladığım gibi değildi. Hastalık ve yıllar onu çok yıpratmıştı. Çok üzüldüm onun için. Ama o gün hayatıma bir güzelliği de kattı; Nermin Teyze'nin eşi ona bakıyordu. Elinden tutarak bizimle yemek yemesi için masaya getirdi, yemeğini yedirdi, yemek sonrası kişisel temizliğini yaptı ve bütün bu süreç boyunca onunla konuştu. Hem de ne konuşma, sesindeki sevgi tınıları hala kulaklarımda, sevgisi sesindeydi ve devamlı ona bakan gözlerindeydi.


O gün Ahmet enişteye hayran kaldım. Sevgilerine, birbirlerine olan aşklarına bayıldım. Nermin Teyzem de konuşamasa da, tam olarak tutamasa da, elleriyle ve gözleriyle eşine olan sevgisini o kadar güzel anlatıyordu ki! Hala o anlar gözlerimi dolduruyor!


Sonrasında bu durumu bir çok kişiye anlattım. Burada farklı olan bana göre bir erkeğin bütün aczine rağmen aşkını, sevgisini hiç yitirmeden her türlü bakımını üstlenmesiydi. Çünkü bizim ülkemizde bir erkeğin bakıma muhtaç bir yakınına bakması alışıldık bir durum olmadığı gibi genel olarak bu kadına yüklenilmiş görevdir. Bakımlı olan kadın gençse kocası çoktan ayrılmış olur(istisnalar elbette var ama adı üstünde istisna) ve toplum bunu sorgulamaz bile, olması gereken buymuş gibi. Eğer kadın yaşlıysa genelde kız çocuklarının veya gelinlerinin bakımı altında olması gerektiği kabullenilmiştir. Yaşlı veya genç erkek çoktan farklı bir hayat kurmuş olur kendine. O yüzden Nermin Teyze ile Ahmet enişte benim için çok özel insanlar oldu. O hasta günlerinin birinde ziyaretine giden teyzem, ikisini yüzyüze olacak şekilde birbirine sarılmış uyur bulmuş. Gençliklerinde dillere destan olan sevgileri hayatlarının sonbaharında daha bir devleşmiş ve onları tanıyan herkesi etkilemişti. Nermin Teyze öncelikle bu dünyadan göç etti ve bir kaç yıl sonra ise enişte. Şimdi ahirette birliktedir diye umut ediyoruz.


Bu gün gazetelerde Ali Taran- Ayşe Yılmazer haberlerini okudukça hep aklıma geldi, Nermin Teyze ile Ahmet Enişte. Herkes Ahmet Enişte olamıyor, hele bu haberler gösteriyor ki, insan olarak devleşme fırsatını çoktan kaçırmış, Ali Taran, ne yazık!! O pek mutlu gülümsemiş objektiflere ve ben onlara bakarken soruyorum kendi kendime; "hadi aşk bitti, sevgi bitti de insanın kendine saygısı da mı bitti? Sadakat, vefa denen duygular hükmünü çoktan kaybetti mi?" diye:(( Bütün bu güzel hasletleri peynir, ekmek misali yiyip bitirdiğimiz dünyamızda "aşk" diyoruz, temize çekmek için bütün kirlenmişlikleri. Evet ya,  "aşk" kendimizi temize çekmek için yeterli mi???

21 Haziran 2011 Salı

Ali Kaptan'a Ödül Verilmesin!!





"Öyle Bir Geçer Zamanki" dizisini ilk başladığında bir kaç bölümünü seyretmiştim ve üst üste gelen felaketler zinciri ve acı karşısında pes ederek takibi bırakmıştım. Bu diziyi takip etmek için mazoşist olmak bir mecburiyet haliydi, bana göre. Her ne kadar takip etmesem de gerek televizyonda dönen fragmanlarıyla gerekse sohbet ortamlarında takip edenlerle bir şekilde muhatap olunca az çok neler olduğunu istemesem de:( öğrenir oldum. Bu akşam ise merakdan sezon finalini seyrettim. Gerçi fragmandan sonun nasıl olacağı belliydi ama galiba kayıtsız kalamadım:)

Ben bunları yazarken Ali(denen şerefsiz!!) Balıkçıyı vurmuş, annesi de Ali'yi vurmuştu ve reklam arası verildi. Belli olduğu üzere Ali'den hiç haz etmemekteyim. Gerçi kim haz ediyor ki!

Dizide felaketler hep üst üste geliyor evet ama biliyorum ki, bu dizi senaryosunda yazılanların benzerleri günümüz yani 2000lerin Türkiye'sinde parça parça bir çok kadının ve insanın başına geliyor. Bu hayal camı üzerinde görünense bunların toplamı.

Gün geçmiyor ki, bir kadının eski kocasından şiddet gördüğü veya öldürüldüğü haberi gazete sayfalarında yer almasın, bu ülkede. Evlilik içinde yaşananlara daha sıra gelemiyor bile:((

Biz eski diyoruz ama bu adamlar nasıl bir sakat kafaya sahip ki, kendi boşasa da eski karısını "eski" olarak göremiyor. Hala onun mülkünde olan bir şey, kadın. Bu yüzden o kadının hayatına yeni bir adamın yer alması katliam sebebi. Aslında Türk toplumunun genelinde kadının varlığı ve bireyliği konusunda oldukça sakat kabuller ve yaklaşım var. Bu durum sadece okumamış kesimde değil pek iyi şekilde okumuş, üniversite bitirmiş ve gelir açısından üst düzeyde bir çok insan içinde geçerli.

Diyelim ki kadın kocasından ayrıldı ve boşandı, özellikle çocuğu varsa attığı her adımda ve yaşadığı her anında "eski" kocasının tacizleriyle yaşamak zorunda kalabiliyor. Adam, kadını kendine bir nev'i mecbur kılmak için çalışmasına dahi karışabiliyor, Cemile ile Ali Kaptan da görüldüğü üzere. Başka birisiyle yeniden evlenmesi ise düşünülemez bir şey. Hatta diyelim ki, kadının kocası ölse dahi bu seferde kadının yeniden evlenmesine çocukları, kocasının ailesi, kendi ailesi derken bilumum kişiler karışabilmekte ve bu engellenmekte. Bizim ülkemizde kocası ölen veya boşanmış kadınlar eğer maddi anlamda muhtaçlıkları yoksa benzer yaklaşımlar nedeniyle yalnız yaşamak durumunda kalıyorlar ve o kadar çoklar ki! Çevrenize bakın isterseniz:) Hatta bu insanlara yeniden evlenmekten bahsettiğiniz de, bu yaklaşımı ne kadar içleştirmişlerse, hemen karşı çıkan kendileri oluyor, malesef.

Kadının mülk sayıldığı anlayışın değişmesi lazım. Evet, biraz biraz değişiyor ama toplumun kadını bir insan, birey olarak görmesi, kendi hayatı hakkında karar verme ve uygulayabilme yetkisine sahip olabilmesi için hala katedilmesi gereken uzun ve bir o kadar meşakkatli bir yol var. Umarım ki, bu süreçde daha az kadının canı yansın, çocuklar olumsuz etkilensin....

Bu arada Ali Kaptan denen karakteri canlandıran Erkan Petekkaya'ya bu rolündeki başarısı için ödül üstüne ödül verilmekte. Yani en azından en son Altın Kelebek ödülü aldığını gördüm ve bu ödülleri verenlere çok kızıyorum. Böyle bir karakter pek matah bir şeymiş gibi sunuluyor, malesef. Halbuki ona gelene kadar başarılı olan nice başka karakterleri canlandıranlar var ve bu toplum her geçen gün çılgınca kendini uçuruma doğru fırlatırken "olumlu"laştırma adına daha düzgün karakterlere ödül verilebilir diye düşünüyorum. Ayrıca bu karakter ne kadar güzel yansıtılırsa yansıtılsın-ki Erkan Petekkaya'nın buradaki oyunculuğunu beğenmiyorum- gerçek hayatta o ödülü hak eden çookkk Ali Kaptanlar var, onlara verilsin.

resim

18 Mayıs 2011 Çarşamba

BİR MEZUNİYET TÖRENİNDE YAŞADIKLARIM

Geçen yaz küçük oğluma ablalık yapan onunla oynayan Aslı hayatımıza girdi. Biz onu ailece çok sevdik. Benim hiç olmayan ve özlemimi çektiğim kız kardeşim oldu. Hem oğlumla ilgilendi, oyunlar oynadı hem de bana yoldaşlık yaptı. O da bizi sevdi ve bize gelmeyi bıraktığı zamanlarda bile görüşmeye devam ettik. Dün de mezuniyeti vardı. Bizi davet etti. Tüm ailece törendeydik.

Aynı fakülte mezunu olduk. Yıllar sonra törenin yapıldığı salona gitmek hem de bu sefer oğullarımla birlikte orada olmak garip bir duyguydu. Koltuklarına oturduğumda salonu inceledim. Değişen bir şey yoktu.  Yıllar önce paneller, konferanslar, çeşitli toplantılar ve hatta hatırladığım kadarıyla sinema gösterimleri için gittiğim salon yine aynı yerdi. Bir an o zamanlar ki ben hemen yanı başımdaydı. Ama dönüp kendime baktığımda değişenin ben olduğu açık saçık ortadaydı.

Çeşitli gösteriler yapıldı. Zamanında dersime giren hocalar rektör ve dekan olmuştu, konuşma yaptılar. Konuşmalar her zamanki gibi salondakileri sıktı. İlginç bir tesadüfle rektörün babamın üniversite yıllarından sınıf arkadaşı olduğunu, dekanın da amcamın liseden sınıf arkadaşı olduğunu farkettim. Rektör olan hocayı oldukça nazik ve beyefendi biri olarak hatırlıyorum. Öğrencileriyle konuşurken ceketini ilikler ve "siz" diye hitap ederdi. Dekan olan hocaya ise öğrenciler oldukça "kıl" olurdu çünkü bir çok arkadaşım onun dersinden lüzumsuzca okulu uzattı. Ben onun derslerinden geçmiştim ama nasıl olduğu konusunda hala bilinmez benim için. Çünkü hemen hemen aynı şeyler yazdığımız arkadaşlarımızın bir kısmı geçerken bir kısmı da kalmıştı. Hocanın değerlendirme kıstasları hepimiz için bir muamma idi.

Tören sonrası bahçede geçmiş günleri yad ettik. Eşimle tanıştığımız yerdeki banklar kaldırılmıştı. Okulda çok şey değişmişti. Tabi biz de...

Dünden ruhumda kalan en belirgin şey ise, yıllar öncesi bendi. Aslında bütün tören boyunca yanı başımdaydı ve öylesine genç, umut dolu ve bir o kadar safdı ki!

29 Nisan 2011 Cuma

HEP AYNI

Son dönemde gündeme kapadım, kendimi. Haberleri izlemiyorum, gazetede ciddi haberlere bakmıyorum bile.
Hep aynı geliyor nedense. Çocuklar uyuduktan sonra bazen televizyonda gezinirken rastlıyorum bir kaç kişiye, pek hararetli şekilde tartışıyorlar, gecenin kaçında. Hemen atlıyorum, zaten hep aynı kişiler ve aynı konular. Diyorum ki, kendi kendime; boşuna bu tartışmalar, siz kabul etsenizde etmesenizde hayat devam ediyor ve kim söz ve iktidar sahibiyse onun dediği oluyor. Galiba muhalif kimliğimde ve bir şeyleri değiştirebileceğim duygusu ve inancında aşınma yaşıyorum. Fazlasıyla kendi içime döndüm. Bundan memnun değilim ama değiştirmek içinde gücüm yok. Bu böyle gitmez, biliyorum. Tekrar değişip aslıma döneceğim ama o zamana kadar böyleyim.


                                                Hatırladığım haliyle buraya almak istedim resmini.

Geçen pazar Ayşe Arman'ın Arman Kırım'la yaptığı röportaj beni etkiledi. Arman Kırım ve o röportajda söyledikleri hakkında yazmak istiyorum ama kafamı toparladığımda. Büyük oğlumun dediği gibi:) kendime not; Arman Kırım hakkında düşün ve yaz. Tabi önce bazı kitaplarını da okumam lazım. Bu arada Arman beye Allah'tan rahmet ve ailesine sabırlar diliyorum. Bu ülke için de önemli bir kayıp:((

 Hastalığını öğrendiğimde onun için üzülürken bu hastalığın kötülüğü hakkında düşünmeden edemedim. Hastalığın adı ne olursa olsun, insanı acıtan ve solduran bir şey. Ancak tedavisi bilinen ve iyileşme ihtimalinin yüksek olduğu hastalıklar karşısında biraz daha umut dolu olabiliyoruz. Ama bu illetin hangisi olursa olsun, uzun ve acılı tedavi süreci bile hastanın çevresindekilere bile acı veren bir durum. Maddi imkanların fazlalığı bu hastalığa yakalanmayı engellemediği gibi bazen erken teşhisi bile sağlayamaması düşündürücü. Ceyla Gölcüklü de yaşanılan gibi. Arman beyde de geç teşhisin getirdiği bir sonuç yaşanmış, görünen o ki.

25 Nisan 2011 Pazartesi

Bugün benim doğumgünüm. Ama hayatımın en kötü günü.....

17 Nisan 2011 Pazar

SATIR ARASI

Özellikle gazeteleri okurken görünür olan yazının satır aralarını okurum:)
Bu kendi kendine iç sesin bir yansıması belki de.

Şu aralar okuduğu satır araları;

-Masterchef'deki Batuhan Piatti programdaki agresif tavırları sonucu çalıştığı yerle "karşılıklı anlaşarak" işten ayrıldığını söyledi. Aslında işverenin yol verdiğini düşündüm, yüzündeki ifadeden. "Kovuldum"un kibarcası "İşten ayrıldım"

-Bugün Hürriyet Pazar ekinde Ayşe Arman Ajda Pekkan'la röportaj yapmış. Gazetenin bilumum yerlerinde ikisinin bir sürü bacak resimleri var. Ayşe Arman'ın giriş yazısını okuduğumda ise, görünüşde Ajda'ya "taş gibi" olmasından dolayı pek methiye düzmüş ve kendi bacakları daha ön planda, 40 küsür yaşına rağmen kendisininde çok "taş gibi" olduğunu göstermiş. Kaleme aldığı methiyeleri de kendine düzdüğünü düşündüm.

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/17567604.asp?yazarid=12&gid=61

10 Nisan 2011 Pazar

ÖYLE BİR GEÇER ZAMAN Kİ!....




İki gündür küçük oğlum hasta. Öncedende bana düşkündü ama hastalığın getirdiği huzursuzlukla beni daha çok yanında ister oldu. Bazen bunaldım ama bu anlarda aklıma annem geldi. Ben de hasta olduğumda annemin beni iyileştirici sevgisini, ilgisini isterdim ve onun bana gösterdiği ihtimamın ve sıcaklığın güven hissi sayesinde hastalığın getirdiği acıları sonrasında unuturdum. Şimdi bile aklımda, ruhumda kalmış olan o güzel duygunun aynısını çocuklarıma yaşatmam gerektiğini düşünüyorum. İşte bu düşünce, gücümün ve sabrımın tükendiği noktada beni yeniledi ve bu anlarda kendime ve yaşadıklarıma bir kez daha şaştım...

Şairin dediği "ömrün ortasında"ki yaşı bir geçmişken hala idrak etmekde zorlanıyorum. Hele çocuklarıma baktığımda, bana "anne" dediklerinde kendi kendime soruyorum; bu kadın ben miyim? diye. Çünkü hala bu yaşa geldiğime ve hayatımın bu gidişatına inanamıyorum. Yıllar o kadar çabuk geçiyor ki...

Zaman algısı nasılda değişiyormuş. Yirmili yaşların başına kadar çabuk geçmeyen zaman özellikle evlilikle beraber bir ivme kazanıyor ve yeni hayatlar kurma telaşeleri içinde çabucak geçiveriyor. Bunu farkettiren de dün daha bebek olanların bu gün büyümüş olduğunu görmek oluyor. Üniversiteye başladığım yıllarda doğanlar, bugün nerdeyse üniversiteyi bitirecekler. İlk onsekiz yılı yaşarken ne uzun gelmişti halbuki, ikincisi ise göz açıp kapama kadar...



Hala yaşıma ve geçen zamana adapte olamamanın yaşattığı bir diğer duygu ise, özellikle eski arkadaşlarla bir araya geldiğimizdeki sohbetlerimiz ve hayatlarımızı evcilik oynuyoruz gibi hissetmem. Bir araya gelmeler, çocuklardan konuşmalar, kocalardan dertlenmeler, hayatın güzel yanlarını da görüp neşelenmeler hep annelerimizin rolleriydi. Bizlerse o anlarda evcilik oynardık. Şimdi ise biz onlar olduk, onlar ise anneanne, babaanne oldu. Babaannelerimiz ve anneannelerimiz ise buraları terkettiler.

Hayat böyle bir şey...

Önümde yaşanacak yıllar ise daha yaşanmadan kısacık geliyor.

31 Mart 2011 Perşembe

YENİDEN HAYATA DÖNÜŞ

Tam tamına 22 ay sonra yeniden çini kursuna başladım:)



Oğluşumun doğumundan bir kaç öncesine kadar kursa gittim ve o zamanlar doğum sonrası 40. günde atölyede olacağımı söyledip ayrılmıştım. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı ve tam tamına 22 ay geçti. Nihayet bugün derse gittim. Ama aradan geçen zamanda fırça tutmayı bile unutmuşum nerdeyse ve bütün günüm desen seçmak, karo zımparalam ve deseni çizmekle geçti. Gelecek hafta fırça ile epey uğraşacağım.

Hayatımda önemli gördüğüm bazı şeyleride buraya not edeceğim, ne de olsa bir nev'i günlük:)

24 Mart 2011 Perşembe


 
Şimdi sen ölüyorsun Libyalı çocuk/
Senden on sene önce öldü Iraklı çocuk/
Senden kırk sene önce Vietnam'da napalmle yandı bir çocuk/
Senden altmışaltı sene önce Hiroşima'da şeker yiyemeden öldü bir çocuk/
Senden doksan sene önce Öldü Anadolu'da beşikte bir çocuk/
...
...............Şimdi sen ölüyorsun Libyalı çoçuk/
Keşke ama keşke parayı hiç bulmasaydı Lidyalı çocuk

30 Ocak 2011 Pazar

Yazamıyorum...

Yazacak ne çok şey var. Aklımdan geçenler, kendi kendime konuşmalar. Gerçi kısa:) ama yazamıyorum.
Okul tatili, oğlumun sünnet hazırlıkları, günlük koşuşturmacalar derken vakit akıp geçiyor.

22 Ocak 2011 Cumartesi

AH TNT AHH

Son hafta ev ahalisi hep hastaydık:( Hala üzerimden atamadım halsizliği. İlaçların tesiriyle iyileştiğimi zannettiğim anların sonunda perma perişan halde yatağa sürünerek gidiyorum. Çocuklar olmasa hiç çıkmayacağım ama...

Bu arada televizyon başında epey vakit geçirdim. Geleneksel bir televizyon izleyicisi değilim. Çabuk sıkılırım. Allahdan bir sürü kanal varda bol bol kanal geziyorum. Gerçi heryerde birbirinin kopyası programlar. Genel televizyon formatının dışında kalan TRT'nin bazı kanallarını, CNBC-E ve TNT'yi diğerlerine nazaran daha çok seyrediyorum. Bu hastalık döneminde sabahları TNT de yayınlanan "Catherine Cookson" dizilerine takılmıştım. Sevdim. İngilizlerin günlük sıradan hayatları üzerine kurgulanmış hikayelerdi ve büyük laflar etmeden, iddialı olmadan da güzel işler çıkacağının kanıtı gibiydi. Sıradanlığını sevdim:)



Ama reklam aralarında dönen tanıtımlara göre TNT de diğer kanallar gibi olma yolunda. Aynı kopya programlar ve işin doğrusu artık diğer yerlerde pek de yer bulamayan sansasyonel ünlüler. Bakalım başaracak mı?!!

Benim cephemden ise bu durum üzücü. İzlenebilecek kanallardan biri daha yok oluyor:((((

Resim kaynak

11 Ocak 2011 Salı

Benimle

Hayat içinde bir çok şey var ki, maddi veya manevi hep istiyoruz. Para, başarı, sağlık, sevgi...
Peki neden? Sonu ne?

Ne olursa olsun, ister büyük bir başarı ister küçücük bir dokunuş, sonunda istediğim mutluluk!

Mutlu muyum?

Evet, bir bakıma. Bir çok kişinin sahip olamadığı güzel şeyler var hayatımda ve güzellikler yaşıyorum.

Ama...

İçimde bir yerlerde adlandıramadığım bir şey, ta yüreğimin derinliklerinde bir şey, her mutlu anımda mutsuzluğuda hissettiriyor, aynı anda.
Kurtulmaya çalıştım ama gitmiyor, terk etmiyor beni.
Anladım ki, nerede olursam olayım, dünyanın neresine gidersem gideyim mutsuzluğum benimle.

Mutsuzluğum benim içimde, ben onun içinde.....