8 Kasım 2012 Perşembe

DİZİLER...

Türk halkı olarak televizyon izlemeyi seviyoruz. Televizyonda son dönemde de dizileri pek çok sever olduk. Günlerini, akşamlarını dizilere göre düzenleyen çok insan var. Talep olunca arz da özellikle bu sene çok arttı. Artık takip etmesi imkansız hale geldi ve yeni başlayanlar ile erkenden bitenler birbiri ardına televizyon ekranlarında.

Dizilerin uzun sürelerinden dolayı takip eden grubda değilim. Arada rastladıklarıma bakıyorum ama bu sene baştan sona hiç bir diziyi ve bölümünü izleyemedim. Üzgün de değilim. Beynimin bu derece uyuşmasını ve gerçeklik dünyasından bir nev'i uyuşturucu gibi uzaklaştıran bu durumdan uzak kalıyorum. Çocuklarımla vakit geçiriyorum. Televizyona zaman kalırsa ilk önce filmler sonrasında kültürel ve gezi üzerine aktüel programlarım tercihim. BBCHD, Escales, NGC Adventure, Universal Channel belki TRT Belgesel ilk öncelikle gezindiklerim arasında bunun için. Eğer bir şey yoksa 45 dakikalık yabancı dizilere sıra geliyor.

Bu akşam ilk önce TRT Belgesel de "Meluncanlar" ile ilgili bir belgesele takıldım. Güzeldi. Amerika kıyılarına İngilizler tarafından terk edildiği iddia edilen esir Osmanlı Leventleri için üzüldüm. Torunları olduğunu iddia eden insanların Türk olmayı, Osmanlı olmayı sahiplenmesi duygulandırdı. Özellikle günümüzde "Türk'üm" demenin bir çok farklı görüşde hem de Türkiye'de utanılacak olduğu düşünülürse, duygulanmamak imkansız.Tarihimizde benzer durumlar var ve daha öncede Avrupa'da esir edilen Osmanlı askerlerinin izini süren benzer bir belgesel karşısında da dünyadan ve kendimizden ne derece bi haber yetiştiğimizi düşündürüyor, bana.

Belgeselden sonra "Law&Order" dizisini seyrettim. Her bölümde bağımsız bir konu işlenen bu dizi polis-savcı ilişkisi içinde suç dünyasıyla ilgili bir Amerikan dizisi. Bu akşamki konu, Amerika ordusunun savaştığı ülkelerdeki "işkence"nin kanuni dayanağı ve ülkesindeki desteği üzerineydi ve yine 11 Eylül olaylarının Amerika insanında meydana getirdiği paranoya derecesindeki korku ve saldırganlık karşısında bir kez daha şok oldum.


Ve sonrasında Kanal D'de "Veda" dizisine rastladım, gezinirken. Dönem dizisi diye ve kitabı okuduğum için biraz durakladım ve izlemeye başladım. Dizinin geçmişinden de gazeteler sayesinde bilgim var. Yaklaşık 15-20 dakika izledikten sonra içim şişerek ve içimden küfrederek kanal değiştirdim.



Vah, vah ki, reyting uğruna ne hallere gelmiş dizi dünyası. Dizinin kitapla hiç alakası kalmamış. Kitapda olmayan lüzumsuz karakterler, bu karakterlerin saçma sapan diyalogları, dönemle alakasız bakış açısı, döneme uymayan hatalar ile dönem dizisi falan olmamış Veda. Baş rolde oldukça çekici ve karizmatik Mehmet Aslantuğ olunca reyting için o döneme ve özellikle kitapdaki karaktere uymayan aşk hikayesi nasıl bayağı öyle!! Mehmet Aslantuğ böyle bir hikayenin içinde olmaktan mutlu mu, çok merak ettim. Reyting uğruna bu derece bozulmuş bir uyarlamada olmasını ona yakıştıramadım. Tabi, Ayşe Kulin bu diziyi takip ediyor mu, acaba? Ve içi kaldırıyor mu seyretmeyi??!!!

Bunları yazarken CNN Türk'deki "Burada Laf çok" devam ediyor. Bu saatte uyanıksam hafta için takıldığım ve hoşlandığım bir program. Mesut Yar güzel kotarıyor, programı.

4 Kasım 2012 Pazar

UZUN HİKAYE

Uzun Hikaye filmini nette paylaşılan şarkıyla fark ettim. Şarkı ruha dokunan, görüntülerde şiir gibi olunca filmi izlemeyi aklıma koydum. Uzun zamandır sinemada film izlememiştim. Hatta Türk filmi izlemeye de tövbeliydim. Çünkü vizyondaki filmlere yazılan övgü dolu yazılardan sonra galiba yüksek beklentiyle sinema salonuna gidiyorduk ki, her seferinde ama her seferinde eşimle gittiğimize pişman olduk. Kopya senaryolar, abartma oyunculuklar, "az emek çok kazanç" düsturu ile kotarılmış filmlerden gına geldi. O yüzden de bir daha Türk filmine gitmek mi!!...

Uzun Hikaye hakkında da bir sürü iyi şeyler yazılmış, çizilmişti. Umutlandım ama yine içimde bir parça tereddüt, gerçekten iyi mi? artık şeytanın bacağı kırıldı mı? acaba dizilerde gösterdikleri iyi performansı sinemaya aktarabilmişler midir? diye kafamda sorularla cuma günü öğleden sonraki ilk seansa gittim. Salonda on kişi kadardık.

Filmi izledim. Beğendim ama çok değil. Hikaye güzeldi. Görüntüler şiir tadındaydı. Oyunculuklar da iyiydi. Hatta çok eleştirilmiş olan Tuğçe Kazaz'ın oyunculuğunu çok beğendim. Genel olarak izlemesi keyifliydi. Arada ağlattı da ama sinema çıkışı "muhteşemdi" duygusu yoktu.


Filmi izlerken  geçmişime de uzandım. Yuvaya hemde sevgi dolu yuvaya dönüştürülen vagon, beni alıp taa otuz yıl önceye götürdü. O zamanlar sokaklarda özgürce oynadığımız yıllardı. Evimize yakın apartmanların arasında sıkışmış bir ev vardı. Evin seviyesi yoldan aşağıdaydı. Önünde bakımsız  bir bahçe vardı. İşte o önü açık bodrum katına bir aile taşınmıştı. Hatırladığım kadarıyla iki çocuklu bir aileydi. Evin konumundan ve durumundan anladığım kadarıyla yoksul bir aileydi. Normalde oturmak için tercih edilmeyecek bir yerdi ama işte o aile taşınmıştı. Önündeki bahçeyi o kadar güzel hale getirdiler ki, renk renk çiçekler açmıştı. Adam akşamları o bahçede çalışıyor ve eşi de ona yardım ediyordu. Aralarındaki sevgi öyle belirgindi ki, hem çok hoşuma gitmiş hem de şaşırtmıştı. Çünkü televizyonlardaki aşklarda olanlar gibi ne kadın güzeldi ne de adam yakışıklı!! Ama aralarında sevgi, aşk vardı ve bu bahçedeki ağaçlara, çiçeklere, evlerinin görebildiğim kısmına ve en önemlisi iki çocuklarına yansımıştı. Yıllar sonra geçen yıl yolum o mahalleye düştü, bir akşam üstü. Erkek kardeşimle o zaman yaşadığımız evi aradık. Bazı şeyler değişmişti ve hangi apartmanda oturduğumuzu tespit etmek de zorlandık. O ara o evi de gördüm. Ev tekrar virane haldeydi ve hala oradaydı, yıkılmamıştı ve yeni bir apartman dikilmemişti.  O aileyi andım kalbimde o akşam. O dönemden aklımda en çok kalan onlar olmuş.


Filmin tren sahnelerinde trenli anılarım üşüştü aklıma:) İlkokul birinci sınıf da Amasya'da yaşadık ve evimiz tren istasyonuna ve yoluna çok yakındı. Her gün o tren yolunu geçerek gittim okula. Tren demek Amasya demekti benim için. Sonra yıllar geçti ve ortaokul yıllarımda Amasya'ya geri döndük. Okulum ve evimiz yine istasyona ve tren raylarına çok yakındı. Hatta her gün okula gittiğim kestirme yolda tren raylarının üstünde düşmeden yürüme abalarım da olurdu. O döneme kadar şehirler arası yolculuklarımızda karayolundan başkasını düşünmemiş ve kullanmamıştık. Ama ben ve kardeşim treni merak ediyorduk ve bir yolculuğumuzda treni kullanmaya ailece karar verdik. Yola Amasya'dan çıktık. Bildiğimiz kara trendi. Kompartımanları 6-8 kişilikti ve gece yarısı bindik trene. Şanslıydık ki, tek kompartıman da sadece bizler vardık ve uyuyarak rahat bir yolculuk yaptık. Sabah yakın bir istasyonda indik ve Kars'dan gelen Doğu Ekspresine bindik. Başlarda yine sadece bizim olduğumuz kompartımana bir istasyonda ihtiyaç için inince dönüş de kalabalık ile karşılaştık ve otobüsle 3-3,5 saat sürecek yolculuğu tam tamına 6 saatte yol aldık. Kompartımanın kalabalığı ile işkenceye dönen bu yolculuktan sonra tren yolculuğu gündemimizden tamamen kalktı. O yolculuktaki manzaralar, tren istasyonları hala hafızamda. Tren ve istasyonların fotograf kareleri için bulunmaz nimet olduğunu düşünüyorum. Hayallerimde Anadolu'nun tren istasyonlarının fotograflarından oluşan bir kitap hazırlama varken filmdeki her tren ve istasyon karesi bu hayalimi depreştirdi.:)

Filmdeki kasabalar 80 öncesi Anadolu'nun her yerindeydi. Benim çocukluğumdaki memleketimde o kasabalar gibiydi. Dar sokaklar, insani ilişkiler, eskimiş ayakkabılar(o zamanlar herkesin dolap dolusu ayakkabısı yoktu), rengi atmış mantolar(alınan mantosolup eskiyene kadar giyilirdi ekseriyatla), her daim takımlı bakımlı heybetli adamlar(tıpkı büyükbabam gibi), particilikler, devletten korkmalar, kendini önemli gören memurlar ve onları devlet zanneden sıradan insanlar, namazı camide kılan ama insanlıktan yoksun insanlar, karşısındakinin canını yakmada sınır tanımamalar, biçki-dikiş kursları, yerel matbaalar, yerel gazeteler vs.

Film bitti ve ve kendi hayatıma geri döndüm. Filmi seyretmeden önce Mustafa Kutlu'nun "Uzun Hikaye" kitabını okumak istemiştim ama galiba filmin rüzgarının etkisiyle bitmişti, kitapçılarda. Film sonrası ise hemen okumak istemedim, hikayeyi ve başka bir kitabını aldım, yazarın. Kitap bendeki bazı yaraları deşti. Kendi kendimi ve çevremi sorgulamaya başladım. Normalde iki saatte okuyup bitireceğim kitabı iki, üç gün oldu hala bitiremedim. 

Mustafa Kutlu'nun biyografisinde Dergah dergisinde yazdığı vardı ve galiba o dönemdi benim bazen alıp okuduğum o dergiyi. Lise yıllarıydı ve lise birincisi olup edebiyata düşkün olan bir arkadaşım o dönem dergiye hikayelerini göndermiş ve belki de Mustafa Kutlu'yla yazışmıştı. Arkadaşın lise öğrencisi olduğunu öğrenince şaşırmıştı, genel yayın yönetmeni. Yani arkadaş oldukça iyiydi. Üniversitede Türk dili ve edebiyatını seçmesi ise herkesi hayal kırıklığına uğratmıştı. Çünkü istese Türkiye'de derece yapabilirdi ve tıp, mühendislik dışında hem de edebiyatı seçmesi sistemin dayattığı ve beyinlerimizin koşullandıklarına tersdi. Hala da öyle!!!

İşte, bir film neler düşündürdü ve nerelere götürdü beni...